11 Nisan 2008 Cuma

Yağlı kispetler ve uçuşan pelerinler

Yeşim ÇOBANKENT

Ünlü İspanyol fotoğraf sanatçısı Isabel Munoz İspanya'nın boğa güreşçilerini ve Kırkpınar'ın pehlivanlarını aynı sergide buluşturuyor. Munoz'un siyah-beyaz fotoğraflardan oluşan ‘‘Karşılaşma Anı’’ adlı sergisi 20 Ekim'e kadar Sıraselviler'deki Bilgi Atölye 111'de görülebilir.

İstanbul'a daha önce defalarca gelen Isabel Munoz bu şehri o kadar çok seviyor ki, balayını bile burada geçirmiş. Evlendikten sonra üniversitede matematik ve fotoğraf okuyan Munoz fotoğrafı seçtiği için çok mutlu. Fotoğrafı bir tutku olarak yaşayan Munoz yaşamak için tutkunun çok gerekli olduğuna inanıyor.

Munoz'la sergi hakkında konuşmadan önce bizi kullandığı özel fotoğraf tekniği hakkında bilgilendiriyor. Sanatçı, çektiği bütün fotoğraflarda yaratıcılığı teşvik eden bir teknik olarak tanımladığı ‘‘platinum baskı tekniği’’ni kullanıyor. Yüzyıl başında çok kullanılan bu fotoğraf tekniği biraz daha pahalı olduğu ve sonuç alınması uzun sürdüğü için artık pek kullanılmıyor. Kendi fotoğraflarını ‘‘kontak baskı’’ yöntemiyle kendisi basan Munoz platinum tekniğinin sepya rengiyle gizemli bir hava yarattığını ve özel dokusu sayesinde fotoğraflarının ‘‘dokunulabilir’’ bir hale geldiğini söylüyor.

Dokunma duygusunu çok önemseyen sanatçının fotoğraflarının genel teması insan bedeni. Sanatçıyı pehlivanlara ve matadorlara götüren yol da dans tutkusundan geçiyor. İslam Mimarisi ile birlikte ele aldığı ‘‘Göbek Dansçıları’’ ve ‘‘Flamenko ve Dans’’ konulu sergilere imza atan Munoz, dünyanın en güzel üniversitelerinden biri olarak nitelediği Mimar Sinan Üniversite'nin Osman Hamdi Salonu'nda 1995 yılında dans konulu bir fotoğraf sergisi açmış.

Akdeniz kültürü

Kadere ve şansa çok inanan sanatçının yağlı güreşle tanışması bu sergi sayesinde olmuş. Bu sergi sırasında Iberia Havayolları'nın eski yöneticisi Antonio Medina ona gerçekten ilgisini çekeceğine inandığı bir konudan söz etmiş. Bu konu kolayca tahmin edebileceğiniz gibi yağlı güreş!

Yağlı güreş Munoz'u çok meraklandırmış ve Edirne'ye Kırkpınar güreşlerini izlemeye gitmiş. Yağlı güreş sırasında er meydanında olup biten her şey, özellikle de ritüeller sanatçıyı çok etkilemiş. Bedenlerin kendine özgü farklı bir dil konuştuğunu söyleyen Munoz, bu dili keşfetmek için fotoğrafı kullanmış. O yılın başpehlivanı Ahmet Taşçı'yla tanıştıktan sonra yağlı güreşleri çekme fikri onu iyiden iyiye heyecanlandırmış. Başta uyuşturucu kullandığı ve doping yaptığı gerekçesiyle altın kemeri elinden alınan Ahmet Taşçı olmak üzere pehlivanları güreşirken görüntüleyen Munoz, gözün algılayamayacağı enstantaneler çekmiş.

Yağlı güreş fotoğraflarına koşut olarak kendi ülkesinin boğa güreşini (corrida) fotoğraflayan Munoz boğa güreşiyle yağlı güreş arasında inanılmaz benzerlikler bulmuş ve derin bir bağ kurmuş. Türklerin ve İspanyolların Akdeniz kültürünün etkisi altında bulunan iki ülke olduğunu söyleyen Munoz, ‘‘Aynı duygular, aynı kültür, aynı davranış biçimleri, hatta aynı fiziksel özelliklere sahibiz,’’ diyor.

Maço ama şövalyece

Sanatçı ülkelerin kimlik işaretleri olarak algıladığı yağlı güreş ve boğa güreşinin aynı törensel havaya sahip olduğuna inanıyor ve bu havayı fotoğraflarında görmek de mümkün. Isabel Munoz buna ek olarak boğa göreşinde kendinden daha güçlü bir boğayı yenmek isteyen matadorun boğayı zekasıyla alt ettiğini, güreşteyse tarafların daha eşit bir durumda olduğunu söylüyor.

Yağlı güreşin hayalgücünü ateşleyen bir tarafı olduğuna inanan Munoz'a bir kadın olarak bu kadar testosteron fışkıran alanlarda neler hissettiğini soruyoruz. Hem boğa güreşinin hem de yağlı güreşin son derece maço olduğunu kabul eden sanatçı, ‘‘Zaten maşist bir dünyada yaşıyoruz, bunu baktığınız her yerde görebilirsiniz,’’ diyor. İspanya'da kadın boğa güreşçilerinin bulunduğunu söyleyen Munoz, kadın boğa güreşçilerinin ne kadar iyi olurlarsa olsunlar fiziksel olarak bir boğayı öldürecek güçte olmadıklarını anlatıyor.

Ayrıca boğa güreşinin de yağlı güreşin de maçoluğunun biraz şövalyeliği andıran bir soyluluğu olduğuna inanıyor ve ekliyor: ‘‘ Arenada ve güreş meydanında sadece erkeklik yok. Orada sanatı, gururu, gelenekleri ve hatta modayı görebilirsiniz.’’

İlgi alanları geniş ve değişik kültürlere meraklı bir sanatçı olan Munoz fotoğraf çekerken insanlarla birebir ilişki kurmayı çok seviyor ve fotoğraflarını çektiği insanların hislerini yansıtmaya çok önem veriyor. Gelecek projesinde model olarak İspanyol atletleri kullanmayı planlayan Munoz'un bir diğer projesi de Çin'de yaşayan Tibetli Shaolin rahiplerinin fotoğraflarını çekmek.

Isabel Munoz kimdir?

1951'de Barselona'da doğan Isabel Munoz 1970'ten beri Madrid'de yaşıyor ve çalışmalarını burada sürdürüyor. 1984-1987 yılları arasında ABD'de değişik fotoğraf teknikleri üzerine eğitim alan ve Boston'da Robert J. Steinberg'in öğrencisi olan Munoz'un çalışmaları 1986 yılından beri başta Tokyo, New York, İspanya ve İtalya'nın çeşitli şehirleri olmak üzere dünyanın pek çok yerinde bireysel ve toplu sergilerde yer aldı. Çektiği moda fotoğraflarıyla da tanınan Munoz'un en önemli özelliği fotoğraflarında platinum baskı tekniğini kullanması.

Hürriyet 27.09.2000


7 Nisan 2008 Pazartesi

Yalnız, güçlü, çalışkan bir adamın portresi

Uzak ve İklimler filmlerinin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ile diş hekimi ablası Emine Ceylan, 86 yaşındaki babaları Mehmet Emin Ceylan’ın doğum günü şerefine bir sergi açtı. 2006-2007 yıllarında çektikleri Mehmet Emin Ceylan fotoğraflarını "Babam için" adıyla İstanbul Teşvikiye’deki Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sergiliyorlar.

Kardeşlerin "kahramanımız" dedikleri babaları Mehmet Emin Ceylan’ı, bizler Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba filmindeki "büyükbaba" ve kendisine İskenderiye Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülü kazandıran Mayıs Sıkıntısı’ndaki "Emin" rolleriyle tanıyoruz. Sergi vesilesiyle öğreniyoruz ki, kendisinin gerçek yaşamöyküsü de filmlere taş çıkartacak gibi.

Yoksulluk içinde köyde başlayan hayatı, sonsuz bir fedakarlık ve çalışmaya gücüyle üniversiteye, mesleki gelişim için Amerika’ya kadar ulaşıyor. Mesleği ziraat mühendisliğine aşık, kendi kendine yabancı dil öğrenen, kendisini çok sevdiği doğaya, özellikle de ağaçlara adayan bir adam. Mehmet Emin Ceylan, röportaj taleplerine pek sıcak bakmıyor, hatta kızının sorularını yanıtlamaya bile yeltenmeyip "Benim hayatımda ilginç bir şey yok, ben kabuğumda yaşamak isterim" diyor. İşte bu yüzden Emine Ceylan, serginin daha anlaşılır ve hatırlanır olması için, kataloğuna babasının tüm hayatını anlatan "Babam İçin" adlı bir yazı hazırlamış. Biz de bu yazıyı o notlardan derledik.

1922 yılında doğdu. Aylardan Nisan’dı. Çanakkale Yenice Çakıroba köyünde. Babası 1. Dünya Savaşı’nda uzun yıllar savaşmış, öldüğü sanılmış, yıllar sonra çıkagelmiş Koca Nuri, annesi gene 1. Dünya Savaşı’nda genç kocasını kaybetmiş Keleşlerden Fatma. Üç oğlan kardeşin en büyüğü. Sadece o okumuş, biri doğduğu köyde, diğeri büyük kentlerin karmaşasında yitip gitmeyi seçmiş. Yoksulluğun eğittiği, durmaksızın tek başına ilerlemeye karar veren, dini şartlanmaları, hurafeleri reddeden... Yalnızlıkta en uç noktaları deneyen ve kendini hasreden... Girdiği yolun mutlaka sonuna kadar gitmeye kararlı olan. Çile çekmekten korkmayan, henüz sevdiği şeyleri yitirmemiş gencecik Mehmet Emin Ceylan...

57 MODEL CHEVROLET İÇİN BEŞ YIL HUKUK SAVAŞI

Lise sonrası Ziraat Fakültesi’ne girmek istiyordu. İstanbul’a gelip sadece onun sınavına girdi, Ankara Ziraat Fakültesi’nde okumaya başladı. Sırtı ilk paltoyu o yıllarda gördü. Devletin fakir öğrencilere yaptığı yardımdan ona da bir siyah palto düşmüştü.

1952’de evlendi. Nevruzlu Fatma Bodur ile. 1954’de devletin açtığı İngilizce sınavını kazanarak Amerika’ya gitti. Geride genç karısı ve henüz doğmamış bebeğini bırakarak. Oranın gelişmişlik düzeyi ve özgürlük ortamı onu çok etkilemişti. Devletin verdiği harcırahı biriktirerek 1957 model bir Chevrolet ve bazı ev eşyaları aldı. Amerika’yı dolaşarak ziraat konusundaki gelişmeleri yerinde öğrendi. Türkiye’yi anlatan konferanslar verdi.

Dönerken arabayı getirdi getirmesine de gümrükten geçiremedi. Ve tam tamına beş sene uğraştı, tek başına tam bir hukuk savaşı başlattı, arabayı çıkarmak için. Bütün kanunları ezberledi, büyük bir güçle savaştı, sonunda arabayı http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=5312233alabildi. Ardından devlete açtığı tazminat davasını da kazandı, 10 bin lira aldı. O araba hálá garajda duruyor, ne satmayı, ne vermeyi düşünebilir. 1959 Ocak’ının 26’sında bir oğlu olur. Adını tarihten koymak ister. Gültekin, Bilge ve Kağan gibi isimlerden Bilge’yi seçer. Dedemin adıyla beraber Nuri Bilge oluverir oğlunun adı...

...1962 yılında Yenice’ye göçtük. Orada geçirdiği uzun yıllar boyunca hayalkırıklıkları da yaşadı, mutluluk da. Yapısının da uygun olmasından belki, toplumla pek fazla uyum içinde olmadı, iyice yalnızlığına çekildi. Babasından kalan arazide tarım yaptı, Fransızca öğretmenliği, ziraat mühendisliği vs...

...Bizim eğitimimiz için İstanbul’a geliyoruz annem ve biz iki kardeş 70’lerin başında. Babamsa tayinini yaptıramadığından orada kalıyor. Uzun yıllar... Yalnız, tabiatın içinde bir hayat kuruyor kendine. Yenice’deki evden her gün bisikletiyle tarlaya gidiyor. Artık hiçbir şey yetiştirmiyor, ayrık otlarıyla kaplı bu yabanıl halini de çok seviyor. Gündelik işlerle uğraşıyor, kimi kez yeni bir su yolu açıyor çapasıyla, odun kesiyor, binbir çeşit iş üretiyor kendine... Geceleri, her dilden kitap arasında, dünyanın değişen düzeninden, modalardan, çoğu insanın işte hayat bu dediği her şeyden uzakta ve hiç ilgilenmeksizin uyuyakalıyor...

EN İYİ ERKEK OYUNCU ÖDÜLÜNÜ ALDI

Yıllar sonra sinemaya meyleden Bilge, annemle babamı oynattığı kısa filmi "Koza" ve çocukluğumuzu anlattığı "Kasaba"nın ardından, odağına babamı yerleştirdiği "Mayıs Sıkıntısı"nı çekiyor. Babam için bambaşka bir deneyim oluyor bu. Kendi hayatından alıntılar olan bu filmde oynamak pek zorlamıyor onu. Bilge’nin bu filmle ölümsüz kıldığı babam, artık sadece bizim babamız değil "Mayıs Sıkıntısı"nın, "Kasaba"ın eşsiz oyuncusu aynı zamanda. Brezilya’dan bir hayrandan gelen mektubu özenle saklıyor, filmle ilgili yazıları da. Bütün ödüller onların evinde büfenin üstüne dizilmiş. Oğluyla gurur duyuyor, kendiyle de. İskenderiye Film Festivali’nde "en iyi erkek oyuncu" ödülünü alıyor.

BU SERGİYİ NEDEN GERÇEKLEŞTİRDİK?

İnsanlardan ona vereceklerinden de azını isteyen, Pavese’nin "Kahramanlığın tek kuralı yalnız, yalnız, yalnız olmaktır" sözünü düşündürtürcesine yalnız bir hayat süren bizim kahramanımızı birazcık anlatabilmek için. Göze aldığı hayatın zorluklarına insanüstü bir çabayla katlanabildiği için. Günümüzde neredeyse hiç rastlanmayan bir şekilde herşeyi yoktan var ettiği için. Ve yürüdüğü yoldan asla ve asla vazgeçmeden sonuna kadar gittiği için. Kabul görmeye, alkışlanmaya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü olduğu için. En önemlisi tutkularını yaşayacak azmi ve iradeyi, karşılığını olmadığını bildiği bu toplumda yaşamayı göze aldığı için. Amerika’dan binbir zorlukla getirdiği o minicik fotoğraf makinesini kurcalarken fotoğrafa merak saran Bilge’nin, sonra bana da bulaşan fotoğraf sevdamızın ve katettiğimiz yolların kaynağında onun ışık saçan varlığının olduğundan emin olduğumuz için.

Ve de aylardan gene Nisan. O tam 86 yaşında. Birlikte olacağımız günlerin sayısının hızla azaldığını hissettiğimiz için...

Hürriyet Cumartesi 5 Nisan 2008